Jan Maya – Olduğu Gibi Görmeye Tahammül Edemediği Aşkın Kıskacındaki Kimlik: “Devrimcilik”

images(2).jpg

“kötüydük de ondan mi diyeceksiniz / ne iyiydik ne kötüydük / durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa / başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı” Turgut Uyar

Şöyle tirat atar gibi başlayayım, Şablonlaaar, kehanetleer… Siyasal kimliklerde kurulurken duyulan o sarsıcı hazları sigortalama hamlesinin ağır bedelleri… O şablonlar, nice güzel değerle donanmış birini, can kulağıyla dinlerken sizi, aslında tasnif ettiği karikatürlerin hangisine uyduğunuzu netleştirecek veriler arayan pusucu hallere sokar. Artık onun gözünde, kehaneti yolunda ittifak yapılabilirgillerden olup olmadığınız testindesinizdir. Kuruculukların başlayan gelişen ve sona erdikten sonra anlatıları çarpık yankılarda zamane egemenliklerine katan şeyler olduğundan kuşkulanmak için geçerli çok sebep vardır. Belki de yeni kurucu adayı iz sürücülerin o çalınmış kavramlar düzleminden taşacak aşkın kehanetlere kaçma eğilimi de bundandır. Bu halde mücadele azmi görüntüsü en çok da kehanetlere öykünen kılıklarla dünyayı devrim imgelerine uygun sahnelere çevirmek isteğinde ortaya çıkar.

Lakin büyük dert ve “L. Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nin de derdidir ki:”İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar.”

Solu şekillendiren kimlik kuruculuğunun başlayıp biterken yola bıraktığı enkaz orada durduğu halde fark edilmez. Çünkü yolu kapatan enkaz bir önderin görkemli granit heykelinden başka bir şey değildir. Tarih yazacak öznenin çıkışını “tarih yazmış” figürler kapatır. Hani ne derler, “bozulmuş bir kar makinesi”.

Mevcut devrimcilik de işte böyle bir kimlik. Kurucu figürlerine, onları olduğu gibi görmeye tahammül edemediği bir aşkın kıskacında bağlanmış bir kimlik.

Bu hiçbir şekilde bir sorun olmazdı, eğer bu kimlik devrimin toplumsal çözülmede ortaya çıkan umut verici çatlaklarını tamir etmeye koşarak gelen bir işgüzarlık olmasaydı. Devrimin yıkıcı ilhamından kendi solcu kimliğini korumak için devrimin karşısında durmaya meyletmeseydi. Devrimi bir dinin müridi gibi kurgulanabilir bir kehanet saymasaydı. Yeri geldiğinde o kurgulanabilir kehanetine uygun modernizmin düzen kurumlarını bile savunacak bir hal almasaydı. Devrim gibi tekinsiz bir durum için kendi kimliğinin bildik rotasından çıkmayı göze alamayacak bir karşı etki olmasaydı. Aslında Gramsci, daha sonra kendisinin de kurbanı olduğu Marx etkisi etrafında biriken kimlikleşmeye karşı zamanında şöyle önemli bir uyarı da yapmıştı:
“Bizler Marksist miyiz? Marksist diye bir şey var mı? Ey saçmalık, yalnız sen ölümsüzsün. Bu soru büyük olasılıkla önümüzdeki günlerde, doğumunun yüzüncü yılı yaklaşırken tekrar gündeme gelecek ve cevaben mürekkep ile ahmaklık nehir olup akacak. Boş laflar ve kılı kırk yaran anlamsız akıl yürütmeler, insanlığın vazgeçilmez mirasının parçasıdır. Marx, bir tür küçük, muntazam bir doktrin yazmamıştır; o bize kategorik buyruklar, mutlaklar ve karşı gelinemez normlarla yüklü, zaman ve uzam kategorilerinin dışında duran kıssalar bırakan bir Mesih değildir. Onun tek kategorik buyruğu, tek normu şudur: Dünyanın bütün işçileri, birleşin!” (1)

Bana kalırsa radikalle fanatik arasındaki farkı da bu örnek üstünden bulmak mümkün olabilir. Radikal, düzeni çözecek bir buyruğun köklerine sadakatle bağlanandır. Bu bağı görünmezleştiren, manipüle eden, kutsallaştırarak dokunulmazlaştıran, kendi iktidar istemine kapatansa fanatik.

Marksizm, Marx’ın yüceltilmesi yoluyla onun bir “gerçek hareket “olan komünizm mücadelesini karartma, onun imgesini kendi üstüne yansıtarak güya bilimsel retorikle re-kapitalizme yazgılı fantazyasını reelde bir kriz anında devlete el koymak olan “devrim”e bağlamak haline dönüştü. Marksist olmak, bu kategoriden diğerlerine karşı kimliğin merkezi pozisyonunu almak, yani gücünün teoriden geldiği iddiasıyla desteklenen siyasal önderlik mücadelesini de vermek oldu. Bu fanatizmlere özgü bir çeşit varislik kavgasıdır. Belki Kautsky’den başlıyordur ama etkin kurucusunun Lenin olduğu aşikar değil mi? Etkisi kendisinden değil elbette Ekim Devrimi’nden geliyor. Devrim ilhamından yola çıksa da temsili imkansız devrimi değil bilakis kimliği temsil ediyor. Bir solcu kendisinin fanatik olduğunu elbette kabul etmek istemeyecektir fakat radikal ile fanatik arasındaki ayrıştırıcıyı bulmak da zor değil. Şu an bunu okuyan bir fanatik, kimliğinin kurucu figürlerinden olan Lenin’i korumak, kurtarmak, savunmak istiyordur. İçinden belki de şöyle diyor: Lenin hariç de! De dedim!*

(Kautskiciliğe karşı) Leninizm… Borsa jargonundaki gibi “akıyor/kaçıyor” değil; yeryüzünde sermaye organik bir ilişkide hareket eder demekle başlar. Üretimin kapitalizme bağımlılığı emekçiyi o ülkeyle dönemin ifadesiyle o ulusla anılan sermayenin neden sonuç ilişkisi kabilinden yaratıcısı yapmaz. Yani ülkeleri ayakta tutan kendi işçi sınıfları olamaz. Kapitalizm kendi uluslarasılaşma evresinden (emperyalizm) soyutlanamaz. Kapitalizm bir ülke rejimi veya devlet biçimi değildir çünkü. Pazarın ihtiyaçları için ham madde, üretim, tüketim, hatta rant eğilimleri emeği de dünyalılaştırır. Zaten “proleterlerin vatanı yoktur” da bir evrenselcilik güzellemesi değildir. İşte bunlar hep Leninizmdir…

Peki o kadar “Leninizm”li olanlar neden bu fikirlere sadakatle bağlanmaya “iradecilik”, “sol sapma”, “aşırıcılık” “uvriyerizm” gibi yalan yanlış kulplar takma peşindeler? Nasıl olur da bu kadar “Leninist” iken bu denli az radikal olabilmektedirler?

Kimlik kuruculukları tarihsel imgelerle başlayan, gelişen ve finalindeki “zafer”lerle düzenin geleneksel egemenliklerine dönüşen süreçler. Tabii o final aşamasında kurucu anlatılar da kendilerini bu yeni egemenlere devrimin “iktidarı almak” anlamına dönüştüğü çarpık yankılarda teslim ederler. Yani iktidarı alan egemenliğin toplumsalı kabartan konjonktürle gelip konjonktürle gidecek olan basitliği, aşkınlaştırılmış biçimlere doğru bozulup gizlenerek mülkleştirilir. Egemenlerin bu kesitteki hallerine önder dendiği için derhal süpürülesi bu çarpık anlatılar aksi gibi kerametler aranacak kutsal armağanlar gibi dokunulmazlaştırılır.

Bu anlatılan da bizim hikayemiz işte. Üstelik “devrim” diye razı olacağımız kapitalizmin orak-çekiçlisine varamazsak da “asgari program”ımızın Hegelyan “sentez”i ile demokratik kapitalizmci “toplumsal mutabakat” arası bir yerdeyiz işte. Öpüp başımıza koyalım mı, daha ne isteriz ki!

Bugün bile Lenin’in pragmatizminde anlamını yitiren siyasal söylemin tedrisatı, tam tersi niyetle yola çıkan özneleri egemenliklerin cephesine hizmet ettiren yorumlara düşürüyor. Sadece despot rejim veya gruplara “antiemperyalist” payesi vermeyle sınırlı değil, Anadolu’nun Türkleştirilmesinde M. Kemal’e (velev ki sehven olsun) hizmeti olmasıyla da mesela. Kısaca tarihe bakalım.
İlk olarak tekrarla teslim etmek gerekir ki Lenin “devrimci” sıfatını tarih önünde ezilenlerin gazabını siyaset döngüsünden kopararak hak edilen ayırıcı bir vurguyla alır. İşçilerden tüm topluma yayılan sovyet tipi özyönetim örgütleri salgınında kuşatılmış iktidar Marx’ın ‘proletarya diktatörlüğü’ olarak müjdelediği teorik formülün adeta hayata geçmesi gibidir. Hem de bu kez Paris Komünü deneyiminde olduğu gibi yaşamasının dengeleri dış belirleyenli bir askeri işgal konjonktürüne bağlı da değildir. Böyle bir durumda bu sovyet ilhamlı özyönetimleştirme salgını 1917’de bürokrasiden askeriyeye, ticaret merkezlerinden, tarımsal alanlara her yanı kaplar. Herkes ama her sınıftan herkes işçilerin özyönetim organlarını değişik formlarda kendi yaşamlarında canlandırırlar. Kamu sendikalarında, mahallelerde, orduda, dini kurumlarda, genelevlerde, hemen her yerde bu özyönetim salgını hakim olur ve iktidarı kuşatır. Özellikle asker sovyetlerindeki yaygınlığı etkisiyle de devrim sürecindeki zirvesine kanlı bir iç savaş yaşanmasına gerek olmayacak kadar güçlü bir ağırlıkla ulaşır. Öyle ki ortada savaşacak iki taraf bile yoktur (hatta buna dayanarak Ekim Devrimi’ni bir ‘askeri darbe’ olarak çarpıtmak isteyenler de çıkar). Bolşevikler buradaki özyönetim örgütlerinin siyasal temsilinde iktidara geldikleri için iktidar olurlar. Politik anlamda bir “başarı”dır çünkü diğer alternatifler sovyetler kaynaklı toplumsal salgına karşı iki farklı tutumda bölünmüş gibidirler. İlki kitlelerin bu deneyimlerinde geriye dönülemez bir kopuş bulup coşkuyla yücelten yoğun duygusal tutumdur (Ekim gibi devasa bir devrim görmediğimiz için kolayca yadırgıyabiliriz ama çok sınırlı toplumsal hareketlerin bile bizde uyandırdığı heyecanımızdan yola çıkarsak da ortada hiçbir tuhaflık yoktur). Solda Lenin’den devralınmış hali yerli yersiz çok fazla kullanılan ama bağlamı kaçırılan ‘kendiliğindencilik’ teriminin kaynağı da o tarihsel momenttir. İkinci tutum da devrime dair teorik formüllere uymayan hareket karşısında paralize olmaktır. (Dünden bugüne toplumsal hareketler karşısında paralize olan siyasal yapılardan biliriz onu da). Bolşevikler kendi teorik geçmişlerinde bir öngörü olarak da yer bulmayan bu özyönetimler salgınını teorik olarak kucaklamak gibi bir hamleye uyanırlar. Bu da Lenin üstünden gerçekleşir. Belki 1917-1919 yılları arası diyebileceğimiz ama pragmatist saiklerle oluştuğundan aslında böyle sınırlar koymanın da mümkün olmadığı bir aralıkta Lenin o güne kadarki neredeyse tüm bir Bolşevizm hattını teorik olarak boşa düşürmüş gerçeklik karşısında bu somut durumu kapsamak üzere özünde paradigmasından sapan ama bunu aslında zaten hesapta olan bir kapsama gibi gösteren teorik-stratejik-politik açılımlar yapma çabasına girer. ‘Nisan Tezleri’, ‘Devrimci Yenilgicilik’, Devlet ve Devrim’, ‘Bütün İktidar Sovyetlere’, “Proleter Devrim ve Dönek Kautsky” vd örnekleri stratejik-politik etkideki çağrışımları öbekleyen bir sözcük bulutu gibi düşünebiliriz… Böylelikle rakip sol gruplardan (anarşistler de dahil) devrimci çalışmalar içindeki etkili bazı radikalleri de kazanarak öz örgütlerin siyasal temsilinde çoğunluk olarak iktidara gelirler. İktidara geldikten kısa bir süre sonraysa başta işçi ve asker sovyetlerinden her yere yayılan ve desteğini alarak iktidar oldukları özyönetim birimlerini bir ‘sorun’ olarak teorize edeceklerdir. Yani Şubat Devrimi’ndeki  “ikili iktidar sorunu” gibi sorunun özünü özyönetimin kendisinde bulacaklardır. Buradan bazı diğer sol grupları devrim sürecinde paralize eden sovyetleri ‘sorun’ görme bakışını Lenin’in de taşıdığı ama iktidara geldikten sonra ‘çözülecek’ bir ‘sorun’ olarak taşıdığı açığa çıkar. Belki en çok da bunu inkar etme “başarı”sıdır onu bir önder figür kılan.

Bugün Leninistler, (halkçılar ve işçiciler diye ayırırsak ekseriyetle işçici olanlar) Bolşeviklerin tüm diğer sol akımlara dönük gaddarlıklarını “mecburen”, kendi kurtuluşlarını eline almak isteyen proleterler için, onlar adına yaptığına inanmak isteyebilir. Oysa bu ele alışın gerçekleştiği örgütlenme araçları olan sovyetlerin bir sorun olarak görülüp otonomiyi değil ‘ayakların baş olması’nı engellemeyi kasteden ironik bir sözcük oyunuyla, yani “işçi denetimi”yle etkisizleştirilerek dağıtılması yoruma açık olmayan gerçek bir olgudur (2).

Devrimi gerçekleştiren başat güç olan sovyetler, devletsizleşme veya devleti çözme anlamını bulan kolektivizm hareketini tam bir başarıyla açığa çıkarır. Fakat sovyetlerin bu apaçık başat rolüne rağmen Ekim Devrimi’nin kudreti onun önderi kültünde mitleştirilen Lenin’e atfolunurken, sol siyasal kimliğin kurucu figürü olarak da onun kesin ve yanılmaz bilinci yerleştirilip  dokunulmazlaştırılır. Böylece çoğu insan bir imge olarak tanışıp bağlandığı Lenin’den koparsa devrimin temsil ettiği erdemlere karşı düzenin temsil ettiği erdemsizliği üstleneceğini düşünür. Hatta bu bir düşünce değil ondan çok daha etkili olan bir tür vehimdir. Bir kimlik kendisine rağmen kimliğin kapısında nöbet tutan vehmi sorgulayamaz. Kimlikten içeri girecek şüpheye yol veremez. Onun varlığını  büyütemez. Aksine benimsediği kimliğin kurucu imgesine yüklenen aşkın anlamı büyütür. Ona inanır. O inancın hazzına, sıcaklığına bağlanır. Kaldı ki önce öğrenip sonra inanmaz insan. Bilakis bu sıralama tam tersi yönde işler. İnanmış biri içinse bilgi, ancak kimliğini savunmak yolunda bir argüman olarak işe yarayabilecekse içeri alınır. Değilse dışarıda kalır. Böyle bir birey gerçekte olası bir konjonktürde seçmesi için bugünden devrim yerine kimlik tercihi yapmış olur. Bir tarihsel momentte kimlik yerine devrimi seçemeyecek olan biri, aynı zamanda “devrimci” varlığı da paradoks olan biridir. O tarihsel anlarda eski kılıkları kuşanacak, geçmişin hayaletlerini yardıma çağıracak olan biridir. Örneğin burada hatırlattığımız tarihe karşın sovyetlerin kudretinin devrimdeki etkisini dakikalar içinde zihninden silecek biridir. Çoğunlukla çalkantılı bir konjonktürü beklemek dışında bir pozisyon alamadığı halde “devrimin güncelliği”nden söz etmek isteyecek biridir. Hatta devrim sürecine girildi mi girilmedi mi diye bakmak için de kudretine yaslanabileceği bir sovyetler hareketi olmadığı halde Leninleşip “yonetenlerin eskisi gibi yönetememesi, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi…” ve ‘siyasal iktidar perspektifi olan öncü parti’ vb gibi devrim dualarını tekerlemeyi de ihmal etmeyecek biridir.

Bu bağlamda Rosa Luxemburg’un Lenin’e yönelttiği “günlük eylemin yerini toplumsal devrimden hemen önce olması gereken iktidarı devirme üzerine spekülasyonların aldığı…” eleştirisi de solun yüzyıldır süregelen güç olamadan meydan okumasındaki çıkışsız ahvalin özeti gibi. Leninistler Lenin’in arkasına alabildiği büyük kudret olan sovyetleri devreden çıkararak kendi kudretlerini Lenin’deki iktidar inadında bulmanın parodisidirler. Bu tutumda devrimin iktidarı ele geçirmek anlamına gelmeyişini inkar ettiği günle lanetlediğinden iktidarı ele geçirecek bir karşı güç haline gelmek için gerekli çalışmaya gönül bile indiremeden devamlı bir meydan okuma halinde iktidar perspektifini yaşattığı propagandasıyla tatmin olan, bu tatmin onu günlük eylemden uzaklaştırdığı için asla bir karşı güç haline gelemeyen, buna sol içi rekabet baskısı da eklenince taban oluşturmaya enerji  bulamadan meydan okumayı ancak mütemadiyen sirküle olacak genç kadrolarında üretebilen bir kimlik olur “devrimcilik”. Belki de gerçekten böyle bir lanet olduğunu varsayıp onu bozmak için yeniden devrimi hatırlamalıyız.

Devrim, eşitsizlik üreten antagonizmanın yeniden üretilmemek üzere çözülmesi demektir. Bunu başarmak kolay olmayabilir ama devrimi sonsuz ve yenilmez kılan arzu budur. Zira devrime yeniden tutkulu bir güvenle bağlanacağımız tek gerçek tanım da  umudumuz da budur. Bir siyasal kimliğin iktidar olması devrim değil kendini tekrar eden düzendir. Elbette ezilenlerden yana bir siyasal kimliğin iktidarı ihtimali var olandan daha adil, daha umutvar gibi durur ama şu da kesin ki “daha devrim” diye bir şey yoktur. Sadece devrim vardır.

Burada teori (felsefe) alanına da girmeli. Çünkü o alanda da devrim Lenin’den sonra gerçeğe temsiller üstünden el konulmasıyla darbe alır. Oysa Marx’ın müdahalesiyle yeniden anlamlanan materyalizmde devrim için çok güçlü bir ilham vardır. Materyalizmin sol kimlikle speküle edilmesiyle kaybolmaya yüz tutmuş bir ilhamdır bu. Doğrudan söylemek gerekirse Lenin, Bogdanov’la girdiği polemiği Materyalizm ve Ampiryokritisizm’de materyalizmi kabalaştırıp speküle ederek onun adeta canına okur. Belki en çok da bu etki yüzünden materyalizm daha sonra Marksizm tarafından ‘madde düşünceyi belirler’ adlı karikatüre dönüştürülür. Üstelik bu önerme bilakis idealist bir varsayımdır. Marx’ın kutsallaştırılmış imgesinin ağır teorik anahtarının sahipliğini yüklenen Leninizmin kendine bilinçli bir yol yapmak için materyalizmi çarpıtması devrim paradigmasını bozma işlevi de gördüğünden buraya odaklanırız. Yoksa elbette felsefi önermeleri kültürel bozulmadan koruma kavgası verilemez (zira o kavga en baştan yeniktir). Odaklanmak gerekir çünkü SSCB etkili yirminci yüzyıl Marksizminde “kendinde sınıf”ın partili işçi imgesinin Marx’a rağmen yüceltilmesiyle ‘madde (sınıf) düşünceyi (ideolojiyi) belirler’e doğru bozulan materyalizm arasındaki ilişkilendirmede doğar sorun. (Bu sorun, öznelliklerin azılı düşmanı Marx’ın karşıtı olmanın en sinsi, en avantajlı konumu olarak onun imgesinin arkasına saklanmayı seçenler, yani Marksist olanlar için bir pragmatist avantaja da dönüştürülür. Sınıfın belirleyiciliğini speküle etme avantajıdır bu. En tanıdık örneklerinden birini, kullananın kendi öznelliğine imtiyaz bulmak için kullandığı “küçük burjuva” teriminin kâh “sınıfsal” olarak kâh “ideolojik” olarak esnetilmesi halinde bulur.) Bu ilişkilendirme Bolşevizm için bilinçli bir hamledir. Çünkü Bolşevizmin yarar sağlayamayacağı bir karşı durum olarak Marx’ta işçi, materyalist yönteme kimlik üstünden değil emek üstünden bağlanır. Marx’ta emek, insan ve doğa arasındaki metabolizmanın etkinlik sürecidir:
“Emek, her şeyden önce, insanla doğa arasındaki bir süreçtir; bu süreçte insan, doğa ile kendisi arasındaki madde alışverişini kendi çabasıyla yürütür, düzenler ve denetler. Doğanın maddeleri karşısında bir doğa gücü olarak yer alır. Doğanın maddelerini kendi ihtiyaçlarına adapte edecek bir biçimde mülk edinmek üzere, kendi bedenine ait doğal güçleri, kollarını ve bacaklarını, kafasını ve ellerini harekete geçirir. Bu hareketiyle, kendi dışındaki doğa üzerinde etkide bulunur ve onu değiştirirken, aynı zamanda kendi doğasını da değiştirir.” (Kapital)

Marx’tan Bogdanov’a geçen teorik hattaki ’emek’ de doğanın ona karşı direncinde her şeyi dönüştürmeye çalışır. Emeğin verdiği biçimlendirme etkilerine maruz kalan doğa direnç ve karşı direnç ilişkisinde devindiği yeni biçimiyle emekle sürekli yeniden karşılaşır. Doğanın formu budur. Yani doğa ne bir boşluktur ne de bir madde. Bogdanov da doğayı şöyle tanımlar: “Doğa insanların emek deneyimlerinin bitmek bilmez bir biçimde açılan alanına verdikleri addır”.

Felsefenin merkeze alınan özneleri idealizm ve materyalizm gibi akımlarda değişebilse de eninde sonunda insan ve doğa arasında kurulur (burada kosmos, tanrı vb gibi farkları da ‘doğa’yı karşılıyor diye yorumluyorum). Fakat insanın bu ilişkide devinen öznelliği idealizm ve materyalizmi sürekli birbirine dönüşme döngüsüne sokar (hatta alaylı işçi filozof Josef Dietzgen de bu döngüyü ezilenlerin çıkarına materyalizm adına kırmak için bir yöntem olarak “diyalektik materyalizm” kavramını bulur). Bu döngü Marx’ın materyalizminde, öznelliği bir felsefe paradoksu olan insan sorununu, insanın emeğe ikame edilmesiyle, tabiri caizse felsefeyi tıkayan ‘insanın öznelliği’ sorununu bu yolla devreden çıkarmasıyla son bulur. Yani Marx’ta materyalizm insan ve doğa arasındaki ilişkinin öznesi olan “emek” merkeze alınarak kurulur. Oradaki karşılıklı metabolizma ilişkisi anlaşıldığında bunu başka alanlardaki analojilerle yorumlamak için de bir yöntem elde edilmiş olur. Bu yöntem sürekli bir çatışma ilişkisinde varolma deneyiminin belirleyiciliğidir. (Ayrıca bu bakımdan ‘işçi sınıfı’ ve ona ‘dışarıdan bilinç verecek devrimci’ diye iki ayrı öge de yoktur). Bu da hayatla bağları kesilmiş düşünceyi göksellikten, yücelikten, makamlardan indirip onu deneyimsel bir varolma ilişkisine bağlayan bir felsefe eleştirisidir. Marx’ın felsefeye dayanarak felsefeden kopuşu da buraya bağlanır. (Bu demektir ki 11. Tezin özü de buradadır yoksa Marx, yeter artık dünya üstüne gevezelik ettiğimiz hadi şimdi onu değiştirmek üstüne konuşalım diye bir kopuşu temsil etmez.) Böylece düşünceyi bu varolma ilişkisi dışında üretebilecek hiçbir alan kalmaz ki ancak böyle bir materyalizm idealizme de kesin olarak dönmemiş, bu döngüden çıkmış olur. Bir başka ifadeyle düşünce de tüm etkileşimleriyle bir varolma ilişkisi alanında üretilip burada belirlenir. Marx bu alanı ‘ideoloji’ terimiyle karşılarken bu alandaki ilişkisel emek deneyimi de varolmanın kendisi olur. Felsefede onun materyalist yöntemi, dönüştürme deneyiminin belirleyiciliği demek olduğundan bunun siyasal alandaki karşılığı da praksisin belirleyiciliği olur. Kaldı ki Marx felsefe ve proletarya arasındaki ilişki için bir analoji kurma veya bir izdüşüm yakalama işini de okuruna bırakmaya niyetli değildir:
“Felsefe proletarya ortadan kalkmadan, kendini gerçekleştiremez, proletarya felsefe gerçekleşmeden kendini ortadan kaldıramaz” (Marx, 1844 Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları)

Marx’ın teori (felsefe) anahtarının sahipliği Lenin’e yakıştırılsa da ondan ziyade Mao, “Doğrudan deneyimi reddeden, ya da gerçekliği değiştirmenin  pratiğine doğrudan katılmayı reddeden bir kimse materyalist değildir” ifadesiyle özetlenecek felsefe kurgusunda Marx’ın materyalist ilkesine daha çok yakınlaşıp onu çağrıştırır. Yalnız arada aslında kapanamaz bir nüans kalır; praksis pratik demek değildir. Aynı anlama gelmek üzere politikaya temsil üstünden angaje olmuş mücadele demek de değildir. Praksis emekçiler için politik niyete, ideale, ülküye dayandırılamaz. Praksis antagonizmanın gerçek bir hareket olarak doğrulanmasına dayanacak otonomidir. O “kendi için’liktir. Yani praksis toplumsal ilişkileri değiştiren örgütlenme pratiğidir. Bu yüzden praksis dışındaki alanın bilinci, doğal bilinç olarak, egemenliği üreten ilişkilerin bilinci olarak, yani ideoloji olarak ‘yanlış’tır. Hiçbir komünist gibi hiçbir işçi de okuyarak, konuşarak kazanılacak bir bilinçlenmeyle ‘yanlış bilinç’ten çıkabilen, ondan muaf olabilen bir özne olamaz.

Komünizm bir ülkü değildir. O sürekli geri dönüp düzeni tazeleyen hakim ideolojinin üreticisi toplumsal ilişkileri çözmek üzere yola çıkmış gerçeğin hareketidir. Marx işçi sınıfına mazlumluğundan dolayı ilahi bir adaleti tecelli ettirme yargıçlığı atayıp onu bu anlamda bir siyasal öznelikle payelendirmez. Tekrar edersek bir siyasal harekete değil ‘kendi için sınıf’ın gerçek hareketine komünizm der Marx. 1830’lardan itibaren işçi mücadeleleri deneyimlerinde, 1848 devrimlerinde, 1871 Komünü’nde şahitlik ettiği harekettir komünizm. Marx’ta ‘kendinde sınıf’ ve ‘kendi için sınıf’ ayrımını en kısa ve belirgin gösteren ifadelerden biri şöyledir:
“Tek tek bireyler ancak bir başka sınıfa karşı ortak mücadele yürüttüklerinde bir sınıf oluştururlar, bunun dışında bir rekabet ortamında düşmanca karşı karşıya gelirler.” (K. Marx, F. Engels, Seçme Eserler, s. 65.)

Açıkça görüleceği gibi böyle bir Marx, materyalist teoriyi Marksistlerin yüceltmek istediği “kendinde işçi”ye yükleyemez. Marx’ta işçi sınıfını benzersiz bir özne kılan “kendi için” hareketidir. Çünkü sadece bu sınıf  “kendi için” mücadelesinin sonunda kendisiyle beraber kendisini ortaya çıkaran devleti de ortadan kaldırır (proletarya diktatörlüğü). Ekim Devrimi’ni henüz yaşanmadan önce müjdeleyen de Marx’ın bu teorisidir. Ayrıca proletarya diktatörlüğünün sınıfları ortadan kaldırması fikrinin Leninistleri iştahla yönetmeye talip oldukları ‘devlet’ten mahrum bırakması Gotha Programının Eleştirisi’ndeki “yaşlı Marx”ın giderayak attığı bir golle sınırlı da değildir. O henüz “genç Marx” iken de orta yaşlı Marx iken de farklı yollarla tekrar tekrar hep aynı şeyi dile getirir:

“Çağdaş toplumda sınıfların varlığını ya da sınıflar arası mücadeleyi keşfetme şerefi bana ait değildir. Benden çok önce burjuva tarihçiler sınıf mücadelesinin tarihi gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların iç-yapısını ortaya koymuşlardı. Benim yeni olarak yaptığım şey şu ispatlarda bulunmak oldu: 1) Sınıfların varlığı, ancak üretimin gelişmesinde belirli tarihi evrelere bağlıdır; 2) sınıf mücadelesi zorunlu olarak proleterya diktatörlüğüne götürür; 3) bu diktatörlüğün kendisi, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasından ve sınıfsız bir topluma geçişten başka birşey değildir. “(Marx’tan Joseph Weydemeyer’e 5 Mart 1852, Londra)
Çünkü Marx’ta antagonizmayı oluşturan temsilin materyalist dayanakları en başından beri emek ve sermaye olmuştur. 1917 Ekim’inde devleti kuşatıp zayıflatan işçi sınıfının bir potansiyel olmaktan kurtularak açığa çıkmış enerjisi de emeğin bu niteliğidir. Bu arada elbette hiçbir politik bildirinin muhatabı haliyle “emek” olamayacaktır. Komünist Parti Manifestosu da doğal olarak emek ve sermayenin temsillerinde ‘proleterler ve burjuvalar’ı konu edecektir ki öyle yapmıştır. Materyalist yönteme has deneyimin belirleyiciliği veya dönüştürücülüğü gibi vurgulara dayandırabileceğimiz bu temel görü (Leninle hesaplaşmaktan kaçan Marksistlerin bu amaçla türettikleri ‘genç Marx’ ve ‘olgun Marx’ ayrımlarına karşın) Marx’ın ilk metinlerinden son metinlerine kadar değişmez. Marx’ta değişen aynı teorik dayanağı anlatmak için kullandığı yollardır (önceki dönemlerde muhtemelen kapsayıcılığından güç aldığı “ideoloji” terimini kullandığı yerlerin bir kısmında daha sonraları “fetişizm” terimini kullanmayı tercih etmesi de bunun bir örneği). Sanırım artık materyalizm bahsini kapatıp devam edebiliriz.

Zaten bu tür bahisler dediğimiz gibi eğer bilgiyi kendi kimliğini savunacak bir argüman değilse kabul etmeyeceklere ulaşmıyor, onlara geçmiyordur. Kaldı ki yaşamını belki çocukluğunda, belki de gençliğinde inandığı kahramanlarla kurduğu siyasal paradigmayı doğrulatmaya odaklamış biri bu durumdan ancak kendi iç muhasebesiyle çıkabilir. Başka hiçkimsenin elinden o konuda bir şey gelmez.

Eğer Marx’ın yoldaşlığının frekansındaysak ‘insana ait hiçbir şey bana yabancı değil’ veczi bizi de logosa davet eder. O yüzden bu davete icabet ederek Lenin’le belli sınırlarda bir empati yapmayı da gözeten iyimser bir yorumla devam edelim. Bu bağlamda başlangıç için ilk akla gelebileceklerden en kristalize iyimser yorum belki şöyle başlayabilir: Ekim Devrimi’ni ortaya çıkaran cüret “bütün iktidar sovyetlere” sloganında özetlenmiş hamledir. Devamında da yine emperyalist savaşa karşı Manifesto ilhamlı bir cüret olan  Komintern gelir. Fakat konjonktürün hikmetinden sual olunmaz. Zor geçen birkaç yılın ardından “somut durumun somut tahlili” ile neredeyse “dönek Kautsky”nin tezleri yeniden sunulmak üzere paketlenir. Böylece enkazı altında kalınan “emperyalizme karşı bağımsızlık” vb gibi armağanlar (!) gelir. Dünya devrimcilerine hamilik edecek bir kendini şaşırmışlık da olur Komintern. Yani işte bunlar da hep Leninizmdir. Salt pragmatizmle açıklanamaz bu.Bu metnin kısıtlı çerçevesi ölçüsünde açarak gitmeye çalışayım.

Kominternin ilk kongresinden üçüncüsüne net bir Kautsky karşıtlığından, bulanık bir karşıtlığa giden bir yol uzanır. Dördüncüden sonrasındaysa ilk kongredeki Kautsky karşıtlığını üreten siyasal hattı bulabilmenin hızla olanaksız hale gelip ortadan kayboluşunun süreci izlenir. (Lenin’in taktiksel olarak karşı pozisyon aldığı Kautsky’nin teorik hattından aslında hiçbir zaman çıkmadığına dair ünlü bir yorum da vardır )
Lenin’in aslında neye niyet ederek yol aldığını, düşüncelerinin neden ve nasıl dönüştüğü konusu iyimser ve kötümser yorumlara açılabilir ama bu ortadaki reel durumu değiştirmez. İyimser başladık gerçeklerin sınırlarının izin verdiği ölçüde öyle devam edelim. Lenin bir dönem Kautski’ye karsi antiemperyalizm teorisini, proletaryanın enternasyonal mucadelesinin felsefesinden silahlanmış olarak görüyordu. Elbette o dönem devrimcisinin yapmasi gerektigi gibi. Bu enternasyonalist bağlamda bütün ülkelerin işçilerinin kendi burjuvazilerine cephelesmesi gerekliliğidir o dönem Lenin’in anti emperyalizmi de. Onun için bugun hala Lenin (devrim) versus Kautsky (oportünizm/uzlaşmacılık) gondermesi yapılabiliyor. Burada biraz alıntı da ekleyeyim. I Dünya Savaşı’nın karşı taktiği “devrimci yenilgicilik” (veya “devrimci savunmacılık”) için Lenin’den Alıntılar:

“Proletaryanın bakış açısına göre; ‘anavatan sanunması’nın kabul edilmesi mevcut savaşın meşrulaştırılması, haklı bir savaş olduğunun kabul edilmesi demektir. (…) Savaşın niteliği, saldıranın kim olduğuna ya da düşmanın kimin ülkesinde konuşlanmış olduğuna göre belirlenmez; savaşın niteliği savaşı hangi sınıfın yürüttüğüne ve bu savaşın hangi siyesetin devamı olduğuna bağlıdır (Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky)”
Bir proleter, ‘vatana ihanet’ etmeden, kendi emperyalist büyük gücünün yenilgisine, hatta parçalanmasına katkıda bulunmadan, ne kendi hükümetine sınıfsal bir darbe vurabilir ne de kardeşine, bizimle savaş içinde olan yabancı ülkenin proleterine gerçekten el uzatabilir (Yenilgicilik ve Enternasyonalizm).”
Ayrıca şu iki bağlantıya da bakabilirsiniz.
  1917 Rusya Devrimi Bildirileri: Kahrolsun Savaş, Yaşasın Devrim

Emperyalizme karşı Enternasyonalizm

Fakat sermayeye karşı amansız bir mücadeledir süren, orada öyle donakalmaz. 1921’den itibaren, dünyadaki konjonktür hızla geri çekilir. Bu da burjuva egemen kamp için bulunmaz bir fırsattır. Vahşice bastırılır Avrupa’ya yayılmış proleter hareketler art arda. Bolşevikler daha 1918’lerde on yıl gibi bir süre içerisinde dünyada… altını çizerek tekrar edeyim DÜNYADA bir sosyalist birliğin kurulacağını öngürürler veya buna inanırlar (yanılıyor olabilirim ama bu ‘on yıl’ ifadesi Buharin’in olmalı. O kesin değilse de en azından Zinovyev’in, Komintern’in ikinci kongresinde “bir yıl içerisinde tüm Avrupa sovyetleşecektir” dediği kesin). Bu denli hızlı bir hava dönmesinden bahsediyoruz yani. Lenin artik kendini Kautsky’de sembolleştirmiş bakışa karşı devrimci kılan teoriyi sürdüremez. Üstelik tüm dunyanın komünist hareketlerini, Komintern üstünden organize etme pozisyonundan bakıyordur artık meseleye. Zamanla Kautsky’ninkine yakın bir anti emperyalizm türevine dönüştürmek üzere esnetir teorisini. Komintern’le de yayar (Troçki de bu süreçte onun asistanı olur). Artık Bolşeviklerin resmi görüşünde enternasyonalizm de antiemperyalizm de bugünkü berbat paradoksal halini almış olur. Yani kaba bir özetlemeyle şu: ‘mazlum ulusların burjuvazileri anti emperyalisttir’.
Bu garabeti ‘beklenen ama gelmeyen Alman Devrimi’nin mecburi bir sonucu diye gören ve çok fazla taraftar bulan bir tarihsel determinizm bakışı da vardır. Oysa Bolşeviklerin devrim ertesi suçlarının Ekim Devrimi’nin Almanya’daki alımlanışını olumsuz yönde etkilemesini bugüne kadar çok az kişi dile getirmiştir. Üstelik sadece Rusya’daki sovyetler hareketinin Almanya’daki rejim güçlerini, burjuvaziyi, sağcıları panik içinde Almanya’daki ‘sovyetler tehdidi’ne karşı uyandırması değildir sorun. Bolşeviklerin diğer Marksist sosyalistleri, Kronstadt işçilerini, sol muhalifleri, anarşistleri ve sadece var kalma talebi olan sol siyaset gruplarını da katliamlar, tutsaklıklar, sürgünler vd yollarla tasfiye etmesi büyük bir kitlesel güce ulaşmış Almanya solunda da müttefiklerin siper yoldaşlığındaki güven ilişkilerini geleneksel iktidar entrikalarının ruhları ele geçirecek hezeyanlarına dönüştürecek bir olumsuz etki olarak yeraltından yola çıkarır. Bu etkinin gizli kırığı zamanla bir yarık olarak ortaya çıkarken ilk bedeli Spartakistler öder. Hatta tarihsel determinizme dayandırılabilir benzer başka bir mantık silsilesiyle gitmeye kalkarsak Spartakistlerden sonra işçilere, sonra tüm sol ve Yahudilere ve daha sonra Almanya sınırları dışındaki milyonlarca insana o büyük trajediyi getiren süreci de Bolşevizmin devrim sonrası suçlarına bağlamak mümkün olabilir. Bu da elbette yanlış bir silsile olmasıyla ‘demek ki tarihe böyle bakılamaz’ hissesidir. Yani demek ki tarihe bakışta teorik kehaneti sorgulamak yerine onu doğrulatmak için “bolşeviklerin teorik-stratejik hattı aslında çok doğruydu ama beklendiği gibi şu ve şu durumlar gerçekleşmediğinden dolayı…” minvalinde gerçeği büken salvolar geçersizdir. Bu hisseyle de bu bahsi kapatalım.

Antiemperyalizm terimini emek mücadelelerinden alıp onu özellikle Doğu’da milliyetçiliğe devreden yolu açmak yirminci yüzyıl siyasi haritalarından da anlaşılacağı gibi karşı politik cephedeki Batı burjuva devletlerini emperyalist, diğerleriniyse müttefik yapan stratejiye dayanıyordu. Bu noktada o burjuvazilerle (ki bu durumda onlar devletler oluyor) ittifaklar yapılabilirdi. Bu sadece devletlerarası bir ittifak ağı da değildi. Böylece sol kampa bağlı örgütler de bu devletlerle lojistik, ekonomik, diplomatik vd düzlemlerde işbirliği yapabiliyordu. Böylece 1848 tarihli Manifesto’dan ilham alan enternasyonalizm de dönüşümünü bu tip bir “enternasyonal dayanışma”ya taşımış oluyordu. SSCB çözülene dek birçok siyasal hareket de bu “dayanışma”dan beslendi. (Bazı Müslümanların “kapitalizme abdest aldırmak” diye özetlediği tutuma benzer bir hal de var belki burada. Arındırma anlamındaki abdesti Batı emperyalizmine karşı müttefiklikte birleşilen ne kadar odak varsa onların  antikomünist, faşist varlıklarının aklatılıp parlatılması anlamında düşünebiliriz bence.) Dönüşümün genelde devlet müttefikliklerine bağlı Ortadoğu (özellikle de Filistin direnişi ekseninde) devrimciliklerinin bayağılık düzeyinde faşist, ezilenlerin düşmanı ulus-devleti emekçi sınıfla bölmeyen dünya görüşlerine meşruiyet vermesi veya örneğin Ortadoğu’un ulus devletleriyle Kürtlere dönük sömürgeci konumlarını destekler ölçülerde hilafsız ittifaklar yapabilmesini de içeren türden kendine özgü enternasyonalist (!) karakterine katkısı da görülebilir sanıyorum.

Ayrıca bu elbette Leninizm tarafından şekil verilmeden önceki anlamıyla Marksist bir yasa da değildi. Bolşevizmin özellikle de belirli bir momentten sonra iyice belirginleştirdiği gibi üretici güçlerin gelişmesi için o ülkelerin burjuvazilerinin gelişmesini, yani modern ulus-devlet kalkınmasını destekleyecek örtük veya açık bir geçiş teorisi SSCB’nin güçlü etkisine girmeden önceki Marksizm içinde de tartışmalıydı. Örneğin Rosa Luxemburg 1896’da yani henüz soykırımcı kuruluş süreçlerinden de önce Türkiye için şunları yazmıştı: “Türk despotizminin varlık temelinin altı oyulmaktadır. Ama onun modern bir devlete gelişmesi için temel yaratılmamaktadır. Öyleyse bir hükümet biçimi olarak değil bir devlet olarak; sınıf mücadelesi yoluyla değil milliyetler mücadelesi yoluyla yıkılmak durumundadır. Ve burada yaratılan yenileştirilmiş bir Türkiye değil, ama Türk enkazından çıkarılmış bir dizi yeni devlettir.”( Rosa Luxemburg – Sosyal-Demokrasi ve Türkiye’de Ulusal Mücadeleler, 1896)

Madem Türkiye’ye geldik, Bolşevizmin dönüşümünü Türkiye ve Türkiye solu ile ilişkileri üstünden izleyerek gidelim. M. Suphi hayattayken Doğu Halkları Kurultayı’ndaki Lenin’le muhatap olmuştur. Örneğin, Mustafa Suphi 24 Aralık 1918’de Yeni Dünya’daki başyazıda o günün Lenin’iyle uyumlu bir bolşevik olarak “Türk emperyalistleri” ifadesini kullanır. Bildiğiniz gibi böyle bir ifadeyi kısa bir zaman sonra Komintern’de görebilmek imkansız olacaktır. İlgili bölüm şöyle:

“Türk emperyalistleriyle Ermeni burjuvaziyasının bu iki halkın mahvına yürüyen hareketlerini takip ve bu hususta bütün dünyayı aydınlatma Türk komünistlerine düştü; bizler üstümüze düşen bu işi bütün imkânsızlıklara bakmadan elden geldiği kadar işlemeye çalıştık; bundan sonra da çalışacağız, fakat bu husustaki uğraşın bir kısmı da Ermeni yoldaşlara kalıyor…” (Kaynak: M. Suphi ve Yoldaşlarını Kim Öldürdü?, Emrah Celasun, Agora Yayınları, Sayfa 23-24)

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının  ölümü, kominternde haftalarca gündeme bile gelmemiş. Geldiğinde de açıkça pek de samimi olmayan ezberlerle yasak savma kabilinden anılıp geçiştirilmiş gibidir. Bu metnin odağını dağıtmaması için kısa bir alıntıyla başka bir yazının bağlantısını da buraya ekleyip devam ediyorum:”Gerek Müslüman milletlerle ilişkiler, gerek Doğu halklarının devrimci potansiyeli, gerek emperyalizmle ilişkiler ve gerekse Kemalist harekete bakış (Bolşeviklerin Enver Paşa ile girdiği ilişkiler de dahil) hususlarında
Suphi, Sultan Galiyev ve bir kısmı İç Savaş’ta ölmüş Müslüman Bolşeviğin merkezdeki Bolşeviklerle çok temel yaklaşım farkları olduğu görülüyor.  Bolşeviklerin Mustafa Suphi yerine kontrol edebilecekleri TKP unsurlarıyla geliştirdikleri ilişkiler ve Mustafa Suphi dönemini kontrol ettikleri olağanüstü prestij ve Komintern aracılığı ile onu mahkûm etme çabaları, Mustafa Suphi şahsında ayrı bir politik yaklaşım ihtimaline, kelimenin hafif anlamıyla izin vermek istemediklerini göstermektedir. (…) Bolşevikler belli politikaları, belli toplumsal kesimleri, belli siyasal aktörleri tercih etmişlerdir ve o tercih içinde Suphilere ‘hayali gönlümde yadigar kalan/bir yanım deryada çalkanır şimdi’ ağıdı kalmıştır.” (Yazının tamamını  buradan okuyabilirsiniz)

Ş. Hüsnü ise Lenin’in sert dönüşümünü sineye çekip yaldızlamak zorunda kalan TKP kuşağının sembol ismi olmuştu. Mete Tuncay, Vedat Türkali bu duruma biraz değinmişse de bunu sola toplumsal bir bilgi olarak geçirebilmek mümkün olamamış. Mealen şudur Lenin’in tavsiyesi: Bizim stratejik şablonlarımıza göre ittifak yapmanıza uygun Kemalistlerin iktidarı altında komünist muhalifsiniz. Yani devletinizle emperyalizme karşı ittifak yapılabilir mazlum devletler ligindeki komünistlersiniz. Bunu kullanarak politika yapın, onlarla iyi geçinin (Bu ‘teoride yanılmaz’ Bolşevikliğin pederşahi “iyi geçinin” tavrına TKPlilerin M. Kemal tarafından öldürülmesi de nedamet getirtmez tabii). Dönemin aktörlerini ve onların yaptırım güçlerini bilenler için bunların bolşeviklerin naçizane tavsiyeleri değil “bize uymazsanız sizi Komintern’den atarız” imalı talimatları olduğu açıktır. İlgilisi Komintern belgelerinden Ş. Hüsnü’nün TKP’sine giden o yolun izini sürebilir. Bu izi süren biri açıkça görür ki Ş. Hüsnü Lenin’e rağmen bir TKP yaratmaz. Bu bir yanılgı (yani yine iyimser bir ifadeyle ‘yanılgı’). Bilakis oradaki asıl belirleyici Ekim Devrimi’nden itibaren dönüşen Lenin’dir ki bu dönüşümü Lenin’in Kautskici aslına geri çekilişi diye yorumlama eğiliminde olanlar da vardır. Tabii bu faktörler hiçbir şekilde TKP ve Şefik Hüsnü’yü sorumluluktan kurtarmaz. Bu metin mitleştirilmiş bir Lenin imajıyla uğraştığı için odağı sınıf. Yani ayrıca milliyetçilikle ilişkisinin sınırları da aslında bir hayli belirsiz ve tartışmalı olan M. Suphi, Ş. Hüsnü veyahut TKP de değil.

Yalnız bu yazıda odaklanamadığımız bu meselelerle bağlantılı bir hatalı tarih yazımı olarak da Türkiye’de komünizmin tarihinin TKP’yle başlamadığını da ekleyelim. Yani Türkiye’deki komünist işçi hareketinin kökleri de aslında bugün solun da antiemperyalizm söylemleriyle iyi geçinmeye çalıştığı Doğu medeniyetçiliğinin ırkçı islamofaşist yalanları ve hezeyanlarıyla herbir bireyi kodamanmış, zenginmis gibi belletilen Rum, Yahudi, Ermeni yoksullarına dayanır. Ayrıca  enternasyonalist komünist hareket Anadolu’ya bolşevizmden önce dönemin etkin politik gücü “sendikalizm” üstünden yani anarşizmle girer (Ayrıca bknz: İstanbul’un Irgatları – Stefo Benlisoy | İstos Yayınları). Anadolu olarak daraltıyorum yoksa anarşizmin Osmanlı çapındaki varlığı daha da öncesine dayanıyor. Bu noktada bunları bilmiyor veya ilgilenmiyor oluşumuzun teorik pusulası Leninizmi tekrar hatırlayarak solumuzun ahvalini özetleyelim.

Ekim Devrim’inin büyük etkisiyle dünya solunun teorik liderliği pozisyonu alan Bolşevikler, sola, zaman içinde ağırlığını büyüten bir enkaz bırakır. Bolşevizmin enternasyonal sınıf mücadelesi teorisindeki “anti emperyalizm” kavramını Batı dışında milliyetçiliğe devredeceği tarihidir bu. Motivasyonu, kapitalizmin ve buna bağlı olarak da işçi sınıfının gelişeceği formülde milliyetçi modernitenin yükselişini hoş karşılama olarak özetlenebilir. Türkiye özelinde peşine taktığı TKP’yi de hem önder kadrolarının katlinde hem de büyük trajik soykırımlar karşısında paralize eder. Çünkü sosyalizme geçiş teorileri şablonunun bağlayıcılığında öyle bir çıkmaza düşülür ki Anadolu’yu soykırımcı imha planlarıyla Türkleştirmeye girişen M. Kemal de bir “anti emperyalist” payelidir artık! Bu noktada Türkiye’den 1971 çıkışlı ML sol hareketinin kilitlenmesinin bir mikro öyküsü de saklıdır belki. Tek cümlede tamamlamayı denersem şöyle: 71 devrimci hareketi’nin TKP-TİP’in “Kemalist/reformist/revizyonist/sendikalist” vs çizgisinden koparak teorisini ihtilalci Leninizme bağlaması da Leninizm/Komintern hattının Türkiye için TKP-TİP çizgisine yeniden çıkmaktan başka gösterebileceği bir yol olmayışında kilitler solu. Ayrıca Türkiye solunda zaman zaman ‘soldaki asıl sorunun Kemalizm olduğu, onunla hesaplaşılması gerektiği’ minvalinde tartışmalar da açılır. Bu tartışmalar Kemalist paradigmanın dünden bugüne kazanamadığı iki büyük kitle olan Kürtlerin ve Batı medeniyeti fobisinden muzdarip muhafazakarların da ilgisini çeker. Lakin o tartışma da bu yazının eksenini oluşturan aynı yapısal sorundan ötürü bir yere varmaz. Çünkü elbette Leninizmle hesaplaşma olmadan Kemalizmle hesaplaşma olamaz. Eğer gerçekle yüzleşmek konusunda samimiyseniz sadece ikili ilişkilerin belgelerine bakarak bile bunu görebilirsiniz(3).

İşte bu sebeplerle bugün Lenin’le kesin bir tavırla hesaplaşmalıyız. Daha da ötesinde onun enkazını kaldırmalıyız. Çünkü o geçmişte kalmadı. Yirminci yüzyılda oluşan sol siyasal tahayyülü kuran mitin başat figürü olarak paradoksal bir kehanetçilik biçimi üretmeye bugün de devam ediyor. Kurucu meşruiyetini onun ‘kızıl’ında bulan siyasal paradigma dünyayı değiştirme düşü olanları yakaladıkça devrimin potansiyelini şablonlara uymayan gerçek karşısında paralize ederek tüketiyor. O paradigma sınıf çatışması diyalektiğinin o nesnel sürecini emeğin otonomisinin kendi gerçek kudretinden koparan yüceltilmiş metafizik müdahale aracı “öncü parti”nin hiyerarşik yapısında, o yapının tamamen subjektij makamında yerleşik “teorik önderlikler”in yorumuyla bir burjuva paradoksuna, kapitalizmin soldan bir müdahaleyle tazelenmesine bağlıyor. Yani mücadeleyi sınıfsal antagonizmadan çıkararak onu düzenin siyasal dikotomisine geri göndermiş oluyor ve buna da “devrim” diyor. Düzene burjuvaziden bulaşmış sınıf kiniyle bağlanmış ezilenleri tatmin eden fantazi, kapitalistlerin devletin itaatkar kızıl burjuvazisine dönüşmekle “cezalandırılması” haline çekiliyor. Oysa bir sınıf olarak burjuvazi, onu yaratan, yani toplumu sınıflaştıran organizmayla, yani devletle cezalandırılamaz. Bilakis burjuvazi ancak devlet var olduğu müddetçe var olacak. Böyle bir gerçeği siyasal düşman olanlardan seçilen burjuva bireylerin cezalandırıldığı bir devrim piyesi kapatamaz. İşte Leninizmde anlamını yitiren “devrimcilik” de özünde bize “devrim” diye bu piyesi teklif ediyor.
Yine de bu piyesi kendileri veya bir-iki kuşak sonrasında yaşayacakların görebileceğinin hayali bile ezilenlerin bu uğurda feda olmayı seçmelerine değiyor. Ezilenlerin inançları saf olduğundan değil. Elbette bu paradigmaya bağlı bir devrime inananlar çoğunlukla kandırılmıyorlar da. İçlerinde düzenin geri döneceğinin bilgisini taşıyan sinsi bir hayaletin eşlik ettiğini içten içe bilseler de mevcut ömürlerin bitimsiz ruhsal yoksunluğunda geçip giden günlerin çaresizliğinden çıkaracak bir kimlikçiliğin fantazmasında bu piyesin yaşanması ihtimalinin hazzını umut etmek bile her bedeli göze aldırıyor. Devrim adına devrimi tıkayan bu lanetli paradigma dağılmadığı müddetçe ezilenler devlet binalarına kızıl bayraklar asılmış bu kapitalizm biçimine “devrim” illüzyonununda yeniden ve yeniden aşkla sarılmak için koşacaklar. Sanki ‘kalpsiz bir dünyanın kalbi’ni bulmuşlar gibi…
.

Dipnotlar:

1)https://web.archive.org/web/20211007085707/https://akilfikir.net/bizim-marx-antonio-gramsci/amp/

2)Bolşevikler ve İşçi Denetimi (PDF): https://disk.yandex.com.tr/i/BAzkDYJSgOX3Dg

3)RGASPI’de [Rusya Sosyal-Siyasi Tarih Arşiv] bulunan Komintern arşivleri içinden Türkiye Komünist Partisi ve hareketiyle ilgili, 1919-1937 arası dönemi kapsayan belgeler: https://www.tustav.org/e-arsiv/tkp-arsiv-fonu/komintern-arsiv-fonu/

*: Varlığından bu metni yazdıktan yıllar sonra (haziran 2022’de) haberdar olduğum şu güçlü makale de benzer bir vurguyu başlığa çekmiş. Onu da okumanızı umarak ekliyorum. Ante Ciliga – Lenin Hariç Değil… (1938)

PS: Başlık için The Professionals’da J. Palance ve B. Lancaster’ın devrim üstüne kısa sohbetlerini içeren şu sahneden ilham aldım:

JP- Devrim dediğin aslında büyük bir aşk serüveni gibidir. Başlangıçta o bir tanrıçadır, mukaddes bir tanrıça… Ama bütün aşk maceraların korkunç bir düşmanı vardır:…

BL- zaman…

JP- … (hayır) onu olduğu gibi görmek. Devrim aslında neyse odur; o asla kusursuz asla yüce olmadı. Biz de onu olduğu gibi gördüğümüzde kaçıp gittik başka bir amaca, başka maceralara; hızlı, arzulu ama aşksız; tutkulu ama merhametsiz. Aşık etmeyen bir amaç olmadan bizler hiçiz!
Kalıyoruz çünkü inanıyoruz, terk ediyoruz devrimi, çünkü hayal kırıklığına uğruyoruz, geri dönüyoruz çünkü yokluğunda kayboluyoruz. Ölüyoruz çünkü bağlanmışız bir kere…” sahne için link

– Haziran 2015 tarihlerinde oluşmuş iki eski blog yazısının birleştirilerek 2020 mart ayından sonra aralıklarla güncellenen halidir. Son güncelleme: Ekim 2021